THE IRON CLAW. FİLM İNCELEMESİ. BÜYÜK GÖSTERİ VE KÖŞEDE BIRAKILAN ANLATIM.

 

The Iron Claw

Başrollerini Zac Efron, Jeremy Allen White, Harris Dickinson ve Staneley Simons'un paylaştığı  The Iron Claw'ı ülkemizdeki prömiyerinde izleme fırsatı buldum.

Sean Durkin'in yönetmenliğini yaptığı The Iron Claw konusunu 1980'lerde yaşanan gerçek bir hikayeye dayandırmakla beraber, film kısaca; babaları eski bir Amerikan güreşçisi olan 4 erkek kardeşin babalarının yolundan gitmelerini ve bu yolda başlarına gelen olayları konu alıyor.

Konusunu gerçek bir olaydan alan ve biyografi filmleri günümüzde ülkemiz başta olmak üzere oldukça revaçta bir alan. İnsanlar zamanında etkilendikleri ve hayatında yer edinmiş insanları izlemeyi seviyorlar. Sarsıcı ve benzersiz olayları sinema perdesinde ufak detaylarıyla öğrenmeyi ve bu dramatik anlarda sinemayla beraber olmayı tercih ediyorlar. Bu alan üretim alanlarının daralması ve başka bir takım kolaylıklar sebebiyle son zamanlarda üretimini arttırsa da üretilen işlerin niteliği konusunda aynı artışı söylemek ne yazık ki pek kolay değil.


Öncelikle filmin sinematografisinin 80'lerin Retro atmosferiyle bütünleşmiş dokusu başta olmak üzere oldukça başarılı olduğunu söylemeliyim. Dönemin hissiyatıyla çabucak kaynaşıp kendinizi başka bir dünyada kolaylıkla hissedebiliyorsunuz. Fakat bu atmosfer ve sinematografi unsuru dışında filmin, özellikle anlatı açısından Retro bir Amerikan güreşi klibinden ileri gidemediğini düşünüyorum. 

Filmde anlatısına ve sırtını yasladığı tahlisiz durumlara karşın yaşanılan her durum bir sonraki duruma kolay bağlantı kuramıyor. Filmde duyguların ve olayların birbirini takip etmediği kopuk, bağlantısız biraz abartılı bir dille ayrı ayrı çekilmiş bir sürü sahnenin birleşimini izliyoruz. Bir sahne yaşanıyor karakter o sahneye bir duygu üretiyor ve sahne daha karakterin hissettiği duyguya sahip olmadan onunla vedalaşıyor. Kendisini diğer anlatacağı başka bir olaya savuruyor. Film anlatacağı konuyu daha sarsıcı yapabilmek için karakterlere bir çok açıdan yaklaşmaya çalışıyor. Fakat bu telaşın içerisinde karakterlerin izleyiciye geçmesi gereken başka duygularını kapatmış oluyor. 

Karakterlerin çoğu zaman ne hissettiğini ilk anda anlıyoruz. Bu hissiyat bize ilk anda sunuluyor. Fakat bu durum çoğu sahnede kendini uzun sekanslara bırakıyor. Filmin başından sonuna kadar aile, amaç, umut, gelecek ve lanet kelimeleri ağır basıyor. Her bir kavramın ağırlığını hissettiği sahnelerde yönetmen kendisini amaçsız bir "hazırlama" mücadelesinin içine sokuyor. İzleyiciyi sokacağı dramatik durumlara, hüzne hazırlama ve reaksiyonu daha büyük alma telaşı zaten hissiyatını anlayabildiğimiz sahnelerde tekrara ve gereksiz geçmeyen uzun sahnelere yol açıyor. Karakterler konuştuğunda diyalogsuz sahnelerin ancak sağlayabildiği kadar karakteri anlayabildiğimiz yüzeysel diyaloglar görebiliyoruz. Bir karakter daha sonra ne yapacağını söyleyebiliyor, amacının ne olduğunu ve hangi şampiyonluğu istediğini ya da hangi sıkıntılı duygu durumunda olduğunu söyleyebiliyor. Fakat bize ne hissettiğini sadece kelimelerin yetebildiği yani bir nevi filmin altyazısında okuduklarımız kadarıyla bize anlatabiliyor. Filmin atmosferinin buna eşlik ettiği bir sekans bile olmuyor.  Bununla alakalı olarak; filmin başında gördüğümüz anne karakterini neredeyse filmin sonuna kadar çok az sahnede daha görebiliyoruz. Karakterin ne hissettiğini ya da ne düşündüğüne dair bir içselleştirme kuramıyoruz. Fakat bir sahnede oğullarından birisinin daha ölümünden sonra cenaze için giyeceği siyah kıyafeti artık giymek istemediğine dair bir diyaloğa şahit oluyoruz. Oldukça dramatik ve hüzünlü bir durumu anlatmak isteyen bu sahnenin fikri güzel olsa da karakterin bir önceki duygusunu bilmediğimizden sadece "tahmin" edebildiğimizden ya da sonraki düşüncelerine tahminde bulunamayacağımızdan sahneyle içselleştirme kuramıyoruz. Böyle olunca sahnenin Instagram'daki duygusal bir reelsdan farkı kalmıyor. 

Filmin sonuna doğru ilerlediğimizde takip edemediğimiz olayların ve hüzünlü durumların karmaşasını izliyoruz. Bir hüzünlü durumun yetişemediği normal yaşantılı bir sahneye başka bir dramatik durum ekleniyor. Zac Efron'un oynadığı Kevin Von Erich karakteri filmin gidişatıyla beraber hayatında değişimlere uğruyor. Kevin babasının gözdesi olan ve güreşte yetenekli bir karakterken, zamanla babasının dünya şampiyonluğunu kazanması için en son planı oluyor. Bu durum filmde kendine yer bulabiliyor. Kevin'in hüznünü izleyebiliyoruz ve görebiliyoruz. Fakat bu gördüklerimiz Kevin'ın ne düşündüğü ve ne hissettiği kısmına varamıyor. Kevin'ın kararları öğrendiğinde sadece yüzünün asıklığını ya da hüznünü görüyoruz. Fakat ne düşündüğünü çoğunlukla öğrenemiyoruz. Hatta bir sahnede karakter bu duyguların gösterimini fazlasıyla yüzeysel yapıyor. Kerry, WWF'e seçildikten sonra ailecek Noel için buluşmalarının olduğu bir sahnede; babası Kerry'e abinden farklı olduğunu biliyordum benzeri bir atıf yapıyor ve Kevin sahnenin arka planında eşi Pam ile bir reaksiyon gösteriyor. Kevin bu duruma üzülüyor ve Pam onu sakinleştirmeye çalışıyor. Bu sahne geçmeyen duygular açısından benim için filmin özeti diyebilirim. Daha öncesinde yalnızca reaksiyon gösterdiğini ve üzüldüğünü gördüğümüz Kevin, yine sadece el ve kol işaretleri yaparak, kafasını aşağıya indirerek; bize bu durumdan canının sıkkın olduğu belli etmeye çalışıyor. Film bir nevi konusunun baş karakterinin gelişimindeki en dramatik duyguları sadece o karakterin ağlamaklı hali ya da asık suratıyla bize sağlamaya çalışıyor ve oldukça yüzeysel kalıyor. 

The Iron Claw, sinematografisi ve atmosferi başarılı olsa da, iyi olmayan senaryosu, anlatısını açısından kopuklukları ve yetersizliğiyle; filmin çoğunluğunda kendisiyle verdiği drama mücadelesiyle, istenilen eşiği atlayamıyor.

Sonuç olarak bu filme elimde bulunan 5 kıymetli patlamış mısırın kaç tanesini vereceğim sorulursa
1 tanesini verebilecek kadar sevdim diyebilirim.


Yorumlar

Popüler Yayınlar